Markette 'organik ürün' bölümünden geçerken birden aklıma düştü çocukluğumun bayram günleri.

Nasıl çağrışım yaptı bilmem ama bir masa etrafında toplanıp 'anneanne' yemekleri yediğimiz günleri anımsadım. Çok özeldi o yemek sofraları. Her meyvenin, sebzenin kendine has kokusu vardı, mis gibi kokarlardı. Yemeklerin lezzetine doyum olmazdı. Bir tabak yiyen, ikinciyi ister, bitince sıradaki çeşide geçilir, üstüne tatlılar, meyveler yenirdi. 'Ellerine sağlık' denirdi mutlaka, kalkarken de 'afiyet olsun'…

Elimde market sepeti, reyonları turlarken, beynim bana bir oyun oynar gibi bambaşka bir konuya atladı. Evin erkeklerinin, dedem, babam, eniştelerim, erkek kuzenlerimin, afiyet olsun deyip, masadan kalkıp salona geçmeleri geldi aklıma. Gülümsedim… Geriye kalan anneannem, annem ve teyzemlerin sofrayı toplama telaşı geçti gözümün önünden. Biz küçük kız kuzenlerin de yardım etme hevesiyle ekmeği, sürahiyi, bardakları taşıma yarışı içimi sıcacık ısıttı. Hala da böyledir çoğu evde. Özellikle kalabalık ailelerde… Yemeğini yiyen erkekler çekiliverir kenara, kadınlar da bunu doğal karşılar hep. Ülkemizde masa kurma-toplama işi kadın işidir çünkü. Böyle görülmüş anne evinde, böyle de devam eder.

Oysa devam etmeyen bir şey var. Ev yemeği kültürü... O lezzetli, sağlıklı, tadına doyulmaz zeytinyağlı ev yemekleri. 'Devam etmiyor' demek çok acımasız bir eleştiri belki. Ama giderek azalıyor, yaşlılar yitip gittikçe bu dünyadan, gençler uzaklaşıyor o zeytinyağlı ev yemeklerinden. Annelerimizden öğrendiğimiz yemekleri evlerimizde yapsak da haftada bir iki, 'dışarıda yemek' her açıdan cazip, hem zahmetsiz, hem hızlı, hem de artık her keseye uygun, çeşitli.

Dışarıda yeme kültürü yoktu sanki eskiden. Benim hatırladığım, ayda bir maaş alınca babamız, bizi döner ya da pide yemeğe götürürdü. Özel bir gündü o gün. En güzel kıyafetler giyilir, annem süslenir, ailecek gidilirdi döner salonuna. O anlar 'mutluluk' hissini çağrıştırıyor düşününce. Küçük bir çocuğun mutlu olma sebebi, dışarıda yenen bir akşam yemeği. Her zaman gidilmediği için özeldi çünkü. Yine de anne elinin lezzeti bambaşkaydı.

Burnumda o enfes anne yemeklerinin kokusu ve hala boş olan alışveriş sepetimle meyve-sebze reyonunun önünde buldum kendimi. Organik reyonundakiler gibi değildi sanki onların halleri. Kenara itilmiş, boyunları bükük satın alınmayı bekler gibiydiler. Organikler gibi canlı durmuyorlardı, onlar kadar güzel kokmuyorlardı. Roka içine kapanmış, elma da asık suratlı geldi gözüme. Taze fasulye yaşlanmış içi geçmiş, biberlerin de rengi solgundu sanki. Şüpheyle baktım hepsine, ilaç kalıntısı var mıydı acaba? Zamanı mıydı şimdi yeşil biberin, yoksa sera mıydı bunlar? Güvenip almalı mıydım? Organik reyonu tüm ihtişamıyla beni bekliyordu, dönmeli miydim oraya?  

İşte o an yeniden döndüm anneannemin sofrasına. Ne anneannemizin evinde yediğimiz yemek, meyve ve tatlılardan, ne de dışarıda arada bir yenen dönerden şüphe duyardık o yıllarda. Bu meyve hormonlu mu, acaba döner etine ne karıştırdılar, tatlının içinde şeker yerine früktoz şurubu mu var demezdik örneğin, aklımıza bile gelmezdi, dahası bilmezdik neler olup bittiğini. Belki de olmazdı sahiden, doğaldı her şey.

Çağımızın en önemli problemi kötü beslenme diyor uzmanlar. Yaşadığımız her sağlık problemini, hatta psikolojik olanlarını bile, yediklerimize içtiklerimize bağlıyorlar.

Artık pek çoğumuz, teknolojinin bize sunduğu 'bilgiye kolay ulaşma' yoluyla, endüstriyel gıda sektörünün bize sunduğu ürünlerin üzerimizdeki olumsuz etkileri hakkında bir dolu bilgi edindik. Ama aynı zamanda da gıda konusunda şaşkın insanlara dönüştük. Nereden ne alsak, en doğalını nerden bulsak, organik ürün mü alsak, bir çiftlik bulup doğal köy ürünlerine mi yönelsek… 'En iyisi Egeden bir bahçe alıp kendimiz ekip biçelim, 3-5 de tavuk alırız, hem havası suyu temiz, oh mis gibi hayat' diye düşünenlerin sayısı her gün artmakta.

Her gün gazetelerde okuduğumuz haberler, paranoya oluşturdu hepimizde. Markette elimizi attığımız her paketin arkasına bakıp şüphelenmek gibi bir huy edindik örneğin. Yumurtalara yan gözle bakıp sorguya çeker olduk.  Meyvelerin kabuklarına bile bakışım değişti benim. Kimi uzman 'kabuklu yiyin efendim, posa önemli' derken, bir diğeri 'yemeyin, bütün zirai ilaç kabukta kalıyor' diyor. Bazısı da “kabuklu yiyin ama ne yediğinize dikkat edin, arayıp bulun doğal olanı” diye ekliyor. “Fast food” çoktan kanserin baş sorumlusu ilan edilirken, şeker “tatlı zehir” unvanını aldı çekildi kenara.

Tüm bunlar kafamdan geçerken nasıl tamamlayacağım ki ben bu alışverişi! Sepetini, arabasını dolduran kasaya doğru ilerlerken, ben hala paranoya halim ve ters bakışlarımla yiyecekleri süzmekteyim. Gözüme iki yaşlı teyze takıldı o arada. Beynimi mi okumuşlardı? “Önce tüm yediklerimizi bozdular, sonra da oluşan hastalıklar için ilaçları koydular önümüze” dedi teyzenin biri. Diğeri de “Nerede o eski domateslerin kokusu, iki elinle ortasından bölünce kırağı yağmış gibi olurdu içleri. Limonlar dolapta iki günde bozulur oldu” diye ekledi. Demek ki tek şüpheli müşteri ben değildim. Kendi gibi düşünenler olduğunu anlayarak rahatlayan insan edasıyla, sepetim elimde başka bir reyona daldım. Paketli abur cubur reyonu! Derhal fazla oyalanmadan çıktım. 

Beynimi susturamıyordum. Ne vardı bu kadar çok sağlıklı yaşam hakkında okuyacak? Cehalet en büyük mutluluktu gerçekten. Kim söylemişti bu sözü?

Hepimiz okuduklarımızı aklımızın süzgecinden geçirerek, sağlıklı beslenme adına hem kendimiz hem ailemiz için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.  Bazen sağlıklı beslenmeye yönelirken, bazen de 'bir daha mı geleceğiz dünyaya' kafasıyla ufak kaçamaklar yapıyoruz.

Ama hepimiz için ortak olan bir gerçek var. Bilimsel veriler bize, havamızın suyumuzun giderek bozulduğunu (ki bunu insanlar kendi elleriyle yaptı deniyor), bunun tüm doğayı etkilediğini, endüstriyelleşmeyle doğal olan her şeyin formunu değiştirdiğini söylüyor. Ekmeğimiz artık eski ekmek değil diyorlar. Meyveler eskisi kadar vitaminle dolu değil artık. Beslenmeleri değişen hayvanlarımızdan protein alamıyoruz deniyor. Tüm bu değişimler insan sağlığını olumsuz etkiliyor ne yazık ki.

Kafamda bu sorularla daha fazla markette oyalanmak anlamsızdı. Bugün alışveriş havamda değildim belki de. Ya da yaşam tarzımı değiştirme konusuna fazlaca kafa yormuştum ve bu beni etkilemişti. Belki de tüm olumsuzluklara rağmen hala hepimiz için umut vardır diye düşündüm. Her şeyi tersine çevirmek mümkündü belki. Gerçek değişim ancak yaşam tarzımızı, beslenme alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçirip değiştirmemizle mümkün olacaktı. Bireysel değişimler sağlıklı toplum yaratmanın ilk adımlarıydı belki de. Kendimiz için, çocuklarımız için, dünyamız için…     

Boş sepeti kapının girişindeki yerine koydum. Kafamda sorular, içim umut dolu çıktım marketten. Arkamda 'doğal-yapay' yiyecekleri bırakarak…